Soru

Almanya basınında geçen hafta: ‘Scholz ne içiyorsa ben de aynısından istiyorum’

Hamas’ın silahlı kanadı İzzeddin El Kassam Tugayları’nın ‘Aksa Tufanı’ saldırısı sonrası İsrail’in Gazze Şeridi’ne düzenlediği saldırılar birinci yılını doldururken, İsrail Gazze’nin yanı sıra Lübnan’da da Hizbullah’a yönelik olduğunu söylediği hava ve kara saldırıları düzenlemeye devam ediyor. Orta Doğu’daki hemen her çatışma ve insani kriz zamanında olduğu gibi yaşanan bu gelişme de Avrupa’da yeni bir ‘mülteci krizi’ endişesi yaratmış görünüyor. Almanya basınında çıkan bazı haberlerde, Avrupa’nın Lübnan’daki saldırılardan kaçan mülteciler için sorumluluk üstlenmesi gerektiğine dikkat çekiliyor.

“Nehirden denize özgür Filistin” sloganının cezai yaptırıma tabi tutulduğu Almanya’da Filistin’e destek için düzenlenen hemen her türlü eylem engelleme çabalarıyla karşı karşıya kalabiliyor. Elinde Filistin bayrağı olan, ister küçük bir çocuk ister bir futbol taraftarı olsun, Almanya polisini karşısında bulabiliyor. Basında çıkan bazı haberlere göre ise Gazzeli mülteciler bu bağlamda özellikle daha fazla baskı ile karşı karşıya kalıyor.

Eylül ayında kontrollerin başladığı kara sınırlarındaki ‘sığınma talebi’ muammasından Federal Başbakan Olaf Scholz’a yöneltilen eleştirilere geçtiğimiz hafta Almanya basınına yansıyan haber ve yorumlardan öne çıkan bazıları şöyleydi…

‘GÜLMELİ Mİ, ŞAPKA MI ÇIKARMALI YOKSA SEÇİM ÇAĞRISI MI YAPMALI?’

Almanya’nın Sosyal Demokrat Partili (SPD) Başbakanı Olaf Scholz, basın toplantılarında ve halk buluşmalarında sorulan sorulara verdiği – ya da vermediği – yanıtlardan iç ve dış politikada attığı – veya atmadığı – adımlara kamu yayıncıları da dahil olmak üzere sık eleştirilen bir isim olarak öne çıkıyor. Partisinin eylül ayında üç doğu eyaletinde yapılan seçimlerde aldığı sonuçlar ve anketlerdeki oranlar da bu açıdan kendisine hiç yardımcı olmuyor. Geçtiğimiz hafta Scholz’a yönelik eleştirel bir yorum da kendi partisinin içinden geldi. Kuzey Ren Vestfalya (NRW) eyaletinin eski başbakanlarından Peer Steinbrück, Scholz’un daha önce yaptığı gibi hareket etmeye devam etmesi halinde ‘akan bir banyo suyu gibi başbakanların yıllıklarında kaybolacağı’ yorumunda bulundu. Bu ifadeyi ‘haftanın sözü’ olarak nitelendiren gazeteci Nikolaus Blome, “Başbakan ne içiyorsa ben de aynısından almak istiyorum” başlıklı yazısında, bu su mecazını sürdürerek ‘trafik ışığı’ koalisyonunun ‘küvet boşmuş gibi’ ülkeyi yönettiğini söyledi. “Olaf Scholz’un kendine neredeyse sarsılmaz bir inancı var. Gülmeli mi, şapka mı çıkarmalı yoksa yeni seçim çağrısı mı yapmalıyız” diye soran Blome, sözlerini şöyle sürdürdü: “Aslında Başbakan biraz çakırkeyif olduğunda özellikle komik ve eğlenceli olabiliyor. Bir süre sonra, gece böyle ilerlediğinde, kendine çok güvenip siyasi rakipleri hakkında (özellikle de CDU’lularsa) açık sözlü şeyler söylüyor. Buna bakıp gülebilir, eğlenebilirsiniz. Ama elinizi yüreğinize koyun: Başbakan her ne içiyorsa zaman zaman hepimiz bundan biraz almak istemez miydik? O zaman örneğin ben bir köşe yazarı olarak hep haklı olurdum, herkes benim son derece zeki olduğumu, her şeyin benim için çocuk oyuncağı olduğunu düşünürdü…” (Der Spiegel, 30 Eylül)

‘DAYANIŞMA DEVLET ÇIKARLARINA TEHDİT OLARAK DAMGALANIYOR’

7 Ekim’in yıldönümü öncesinde Avrupa’nın pek çok ülkesinde olduğu gibi Almanya’da da hem Filistin’e hem İsrail’e destek eylemleri vardı. Junge Welt haber sitesinden Mariam Salameh-Puvogel, “Filistin’le dayanışma: Tüm şiddetiyle” başlıklı yazısında, başkentteki durumu, “Berlin polisi, Gazze’deki savaşın başlamasından bu yana Filistin’le dayanışma hareketine baskı uyguluyor. Özel odak noktaları ise Gazzeli mülteci aktivistler” sözleriyle anlattı. 14 Eylül’de Berlin Südkreuz’da yapılan bir eylemden örnek veren siyaset bilimci, 18 yaşındaki Gazzeli bir erkeğin burada kalabalığın arasından çıkarılarak polis tarafından darp edildiğini, gencin neden polis memurlarının hedefi olduğunun ise netlik kazanmadığını anlattı. Gazzeli eylemcinin bu esnada bilincini kaybettiğini ve başının kanadığını, bulunduğu bölgeye 20 dakika sonra bir sağlık çalışanının gelmesine izin verildiğini, polisin çevirmene ise müsaade etmediğini belirten Salameh-Puvogel, şu değerlendirmede bulundu: “Bunlar, her hafta Berlin’de yapılan ve şu anda yasaklı olan Nekbe eylemlerinde yıllardır gördüğümüz, gençlere, kadın ve LGBTİ+’lara ve beyaz olmayan insanlara yönelik şiddet sahneleri. Yüze yumruklar atmak, boynundan tutup nefessiz bırakarak etkisiz hale getirmek ve tekmeler savurmak Filistin dayanışma hareketindeki aktivistlere uygulanan baskı repertuarının ayrılmaz birer parçası. Gazze halkıyla dayanışmayı Alman devlet çıkarlarına bir tehdit olarak damgalayan bir politikayla örtülen polis şiddeti tırmanıyor.” (2 Ekim)

‘UKRAYNA İÇİN YAPILAN LÜBNAN İÇİN DE YAPILMALI’

İsrail’in Gazze’ye saldırıları yüzünden defalarca yerinden edilen binlerce Filistinli gibi, çok sayıda Lübnanlı da İsrail’in saldırılarından kaçarak önce bulundukları semt ve kentlerden, ardından mümkünse ülkelerinden ayrılmaya çalışıyor. Lübnan’ın bayrak taşıyıcı havayolu şirketi Middle East Airlines (MEA) ile çok sayıda Lübnanlının başkent Beyrut’tan İstanbul’a geldiği haberleri geçtiğimiz hafta Türkiye basınına yansırken, İsrail’in Lübnan’a saldırıları yeni bir ‘mülteci krizi’ olasılığı üzerinden de ele alınıyor. Die Tageszeitung (taz) gazetesinin Atina muhabiri Ferry Batzoglou, “Lübnan’da kaçış: Herkes için eşit koruma” başlıklı yazısında, “Lübnan’da savaş var ve binlerce insan kaçıyor. Avrupa, onlar için sorumluluk almalı” dedi. Birleşmiş Milletler (BM) Genel Sekreteri Antonio Guterres’in ‘Lübnan’ın yeni bir Gazze olma tehdidi ile karşı karşıya bulunduğu’ sözünü hatırlatan gazeteci, “Avrupa, Lübnan’dan gelen savaş mültecilerine koruma sağlamalı. Hiçbir ‘eğer’ ya da ‘ama’ olmadan… Bu aynı zamanda yaklaşık 1 milyon kayıtlı Suriyeli mülteci ve şu ana kadar toplamda yaklaşık 6 milyon nüfusu olan Lübnan’a sığınan yaklaşık yarım milyon Filistinli mülteci için de geçerli. Ülke çöküşün eşiğinde. Şu anda Avusturya’da olduğu gibi aşırı sağcı radikallerin yükselişine rağmen Avrupa şimdi tereddüt etmemeli. Rusya işgali sonrası Avrupa Birliği (AB) milyonlarca Ukraynalıyı savaş mültecisi olarak derhal kabul etmişti. Haklı olarak! Şimdi de aynısını Lübnan için yapmalı. Her savaş mültecisinin korumaya ihtiyacı vardır. Ten rengi, din ve köken, eşit olmayan muameleye yol açmamalı” diye yazdı. (30 Eylül)

FORMDA ‘SIĞINMA’ YAZMADIĞI İÇİN Mİ İNSANLAR SINIRDAN GERİ ÇEVRİLİYOR?

Almanya’da göç ve sığınma konusunun ülke gündemine geldiği bir diğer konu da eylül ayının ortasından bu yana tüm kara sınırlarında uygulanmaya devam eden polis kontrolleri oldu. Die Süddeutsche Zeitung gazetesinin “İltica talebi seçeneği işaretlenemiyor” başlıklı haberinde, “Mültecileri daha sınırdayken geri çevirebilmek için soru sorma esnasında hile mi yapılıyor? Federal polisin formu, buna işaret ediyor” denildi. Haberde şu bilgiler paylaşıldı: “Alman bürokrasisi ne anlama gelir? Almanya’ya kaçan herkes bunun cevabını çabucak alıyor. Sınırda federal polis sorgusuyla ilk karşı karşıya kaldıklarında pek çok mülteciye iki sayfalık bir form veriliyor. ‘Yabancıların sorgusu için çeviri yardımı’ zararsız bir şekilde başlıyor; kişinin adı, adresi, çocukları, işi ve ailesi soruluyor. Sonrasında ise işler çetrefilleşiyor: Belge seyahat sebebinizi sorup size dört olası yanıt sunuyor: Tanıdık ya da akraba ziyareti, tatil, iş gezisi. Listede olmayan ise şu: Sığınma başvurusu.” Federal polis verilerine göre kara sınırlarından doğrudan geri çevrilen kişi sayısının arttığına dikkat çekilen haberde, “Soru şu: Bu kadar çok insan ülkeye girerken ‘sığınma’ sözcüğünü telaffuz edemedi mi? Ya da formların retlerle bir alakası var mı? Belki de bu form onlara sığınma başvurusu seçeneğini sunmadığı için bu kadar çok insan sınırdan geri çevriliyordur?” ifadelerine yer verildi. Sol Parti (Die Linke) vekili Clara Bünger de sığınma başvurusunun formda yer almamasını eleştirerek mültecilerin bu yüzden belki de ‘bilmedikleri ya da korktukları için yanlış bilgi vermiş olabileceğine, sonuçta yasal bir inceleme olmadan geri gönderilmiş olabileceklerine’ dikkat çekti. ‘Pro Asyl’ hak örgütünün sözcülerinden Wiebke Judith de “Bu tür bir soru sorma tekniğiyle koruma isteyen kişi kasıtlı olarak yanıltılıyor çünkü sığınma talebini dile getirmenin mümkün olmadığı ima ediliyor” dedi. (4 Ekim)

‘YENİ BİR DOĞU-BATI DUVARI YOK AMA KENT-TAŞRA UÇURUMU VAR’

Son olarak, iki Almanya’nın birleştiği 3 Ekim’in yıldönümü bu sene de yine yeniden Doğu ve Batı Almanya’nın ‘gerçekten’ birleşip birleşmediği tartışmasını beraberinde getirdi. 3 Ekim dolayısıyla bir konuşma yapan Scholz da birleşme sürecinin ‘hâlâ tamamlanmadığını’ düşünenlerdendi. Gazeteci Simone Schmollack ise ‘Alman birliğinin durumunu’ ele aldığı yazısında, aslında pek çok ülke için de geçerli olabilecek bir duruma atıfla, “Yeni bir Doğu-Batı duvarı muhabbeti saçmalık. Kent ve taşra arasında, kuzey ve güney arasında da farklar var” değerlendirmesinde bulundu. 3 Ekim 1990’dan bu yana geçen yılların her şeyden önce bir şeyi gösterdiğine işaret eden gazeteci, bunu “Alman birliği durağan bir durum değil, bazen şaşırtıcı bir süreç” sözleriyle anlattı. Schmollack, kent-taşra ayrımına ilişkin olarak şu değerlendirmede bulundu: “Son yıllarda bir değişim daha yaşandı: Kent ve taşra arasında bir uçurum ortaya çıktı. Şehir ve çevresi büyürken, hem Doğu’da hem de Batı’da çeper küçülüyor. Şehirlerde şanslar ortaya çıkarken bunlar taşrada kayboluyor. Bu, Doğu ile Batı arasında değil, Almanya genelinde çözülmesi gereken bir sorun.” (taz, 3 Ekim)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu